Viyana Notlarım: Medeniyet ve Şehrin Şiirsel Örneği

Safa Zengin
5 min readJun 26, 2023

--

Öncelikle batı güzellemelerini çok sık okuduğumuzun farkındayım. Güzellemeleri yapan kişiler için söyledikleri, kendi hayranlıklarının tezahürü iken öyle düşünmeyen okurlar için bu yazılar genellikle “cennet vatanını beğenmemekle, ihanet” arasında bir skalada yer buluyor.

Daha önce Hollanda’ya gitmiştim ama deneyimlerimi yazacak vakit bulamamıştım. Viyana hakkında hızlıca bir şeyler karalayıp kişisel tarihime not düşme misyonumu tamamlamak istedim.

Biz Türklerin ilk sorusu yeme-içme oluyor. Sebebi, batıya giden gezginler için damak tadından çok alkol ve domuz eti ile ilgili. Alkol alanların çoğunun domuz etine hassas olmasını ise tam olarak açıklayamıyorum; yarı dini yarı damak denebilir. Alkolü bir yana bırakırsak; domuz eti hassasiyeti olanlar için vejetaryen/vegan ürün ve menü çeşitlilikleri fazla. Her yemeğin içinde et olmalı kafa yapısından çıkarsanız hiç sorun yaşamazsınız.

İkinci soru ise ulaşım. Ulaşım çoktan çözülmüş. Her yere gidebiliyorsunuz. Araba kullanmak akıl kârı gibi durmuyor. Şehir içlerinde dahil trafik görmedim. Metroların ilginç yanlarından biri bilet kontrolü yok. Normalde bir İslam ülkesinde olması beklenecek “Allah’tan korkma” batılılarda “değerler” olarak kendini gösteriyor. Şehir içerisinde Türk lirası olarak ulaşıma yaklaşık 2.500TL harcadık ama sadece en son havaalanına dönerken tren içinde görevlinin kontrolü ile karşılaştık. Herkesin de bileti vardı.

Şehir, gerçek anlamda şehirciliğin tanımını ortaya koyuyor. Hem yapısıyla hem medeniyetiyle. Yola adımını atınca arabaların durması medeniyetin en alt düzeydeki göstergelerinden biri, zaten kural böyle ve kimsenin acelesi yok. Asıl mesele şehrin ziyaretçilerine verdiği mesaj. Şehir sizi adeta kültürel olarak eziyor. Toplam 43 kilometre yürüyüş yaptık ve sanki peşimizde bir bekçi varmış gibi şehrin ruhu bizi takip etti.

Tabii ki şehrin veya ülkenin gettolarında durum daha farklı olabilir ama ülkelerin medeniyetlerini sergiledikleri yerler de bellidir. Sınavı gettolarda değil buralarda verirsiniz. İstanbul’u tarihi yarımada ve çevresinde tanırsınız, Esenyurt’da değil. (Esenyurt’da ben de tanımakta zorlanıyorum o ayrı 🙂)

Şehirde uygulanan genişlik anlayışı ayrı bir derinlik katıyor. Bitişik nizam olan yerler var ama bizdeki gibi değil. Yani iki bina yan yana ise karşısındaki içine bakmıyor, makul bir mesafe var veya merkezden uzaklaştıkça tamamen geniş alana bakıyor.

Keşke ülkemizde de olsa dediğim şeylerden biri de su sebilleri. Ücretsiz içme suyuna erişebiliyorsunuz ve marketteki suyla aynı kalitede. Pet şişe tüketimini düşürmek amacıyla yapıldığı söylense de bence bir insan hakkı olarak suya erişim çok güzel bir şey. Kültürümüzde “çeşme” olmasına rağmen biz de bu tarz şeyler maalesef olmuyor. Sadece bir belediye projesi olarak değil, toplumsal bilincin da buna uygun olması lazım.

Viyana’nın nüfusu 2 milyon civarı. Gün içinden kalabalık ne kadar artsa da çok rahat kaldırıyor. İstanbul’da yaşadığımız kalabalık hissi Viyana’da yok. Kalabalığı sadece bir bakışta gördüğünüz insan sayısı olarak düşünmeyin. Kalabalığın uğultusu ve enerjisi de insanlara toksik olarak etki ediyor.

İstanbulluların yakından tanıdığı “kalabalık” ortamın psikolojik bazı zararlarını sayabiliriz; stres ve kaygı, öfke, tahammül azlığı, dikkat dağınıklığı ve yorgunluğu, mekânsal olarak bunalma, gözlem hissi, karar verme zorluğu.

Saraylar bugün göze hoş gelse de sadece hanedanlık veya totaliter yönetimler tarafından yapılabilir. Hiçbir mantıklı demokraside insanlar bir araya gelip de hadi bi saray yapalım devlet başkanı yaşasın demez. Ya da bir yazlık saray da yapalım iki ay orada dinlensin diye devlet bütçesine yük olacak masraflara girilmez. Avusturya’da gezdiğimiz iddialı yapıların tamamı hanedanlık dönemline ait dolayısıyla. Çok iyi korunmuş ve müzecilik anlamında tam bir resital. Dolmabahçe’yi yakın zamanda üçüncü defa gezmiş biri olarak sergilemeye bakan yönüyle müzecilikte arada büyük bir makas var diyemem. (Türkiye’de sesli rehberlerin ücretli olmasını absürt buluyordum, Avusturya’da bedava.)

Saray müzeciliği, sergilenmesi vesaire konular ülkemizde tamam olsa da “müzecilik” olarak müthiş gerideyiz. Her yerde her şeyin müzesi var. Tarihi yapılar hep bu şekilde kullanılmış. Sanıyorum müzelerin hakkını vererek gezmek için sadece Viyana’da 20 tam güne ihtiyaç vardır.

Tabii kültür de önemli. Konuştuğum insanların söylediklerine göre herkesin bir koleksiyonu varmış. Hiç ummadığın insanlardan ummadığın koleksiyonlar çıkabiliyormuş. Bunların sergi veya müzeye dönüşmesi başka bir deyişle bir kültürü beslemesi de kolay oluyor elbette.

Mozart’ın, Freud’un evlerini gezmek çok keyifliydi. “İşte burada oturmuş, burada yatmış, burada yazmış…” Sizi olduğunuz yerden başka bir yere götürüyor; zaman ve mekân birbirine karışıyor. Çok gezip kitap okumayan insanların neden okuyan insanların bilgisini sorguladıklarını daha iyi anlıyorum. Çünkü gezmek, yaşanmışlık katıyor. (Freud’u bilmeden gezmenin ne güzelliği olur onu bilmiyorum.)

Aziz Stephan Katedrali en heybetli yerlerden birisi. Bizdeki Süleymaniye gibi bir yere denk geliyor kültürel olarak. Katedralin en ilginç yanlarından biri Osmanlı’nın kuşatma sonrası bıraktığı metallerden eritilerek yapılan çanın asılması ve 1958'e kadar Türk tehlikesine karşı bir görevlinin çanı çalmak üzerine yanında nöbet tutması. Bugün galiba aynı çan kullanılmıyor.

Viyana şehri anladığım kadarıyla bugünkü düzenine 1920'lerden 1950'lere kadar geliyor. Sonrasında büyük bir değişim yok. O zamanlarda İstanbul’un yeni yeni büyüdüğü düşünülürse şehirleşme pratiği olarak bakacak örneğimiz çokmuş. Atatürk ve Adnan Menderes’in şehirleşmeye kafa yorduğunu fiilen aksiyon aldıklarını biliyoruz. Ancak bugün ortaya çıkan ucube şehir, şehirleşmenin hiçbir tarafından anlamadığımızı gösteriyor. Çok değil 2006 yılındaki bir fotoğraftan bile bugüne baktığımızda “neden” diyebiliyoruz. Hala Ali Sami Yen Stadı arazisi neden bir şehir parkı olmadı diye alakalı alakasız yerlerde konuşmaktan kendimi alamıyorum.

İstanbul’da Ahmet Hamdi Tanpınar müzesi açılmış. Yapımından haberim vardı ama bittiğini yeni öğrendim. Güzel bir çalışma. Ayrıca Casa Botter, Feshane, Yerebatan Sarnıcı, Müze Gazhane restorasyonları günümüz İstanbul’u için ümit verici. Çarpık ve kontrolsüz kentleşmeye engel olamıyorsak bari eldekileri düzgün koruyalım.

Şehir demek medeniyet demek. Yazının başında söylediğim gibi bir medeniyeti ancak şehirleri gösterir. Her şeyi “anne/babaya” bağlayan psikolog gibi kültürümüzdeki eksiklikleri de “göçebeliğe” bağlamak istemem ama yaptığım kısa araştırmada Türklerin sıfırdan kurduğu kayda değer bir şehir olmadığını gördüm. Güçlü dönemlerimizde görkemli veya işlevsel imar faaliyetlerimiz olmuş ama maalesef şehir kurmak kültürümüzde yok gibi.

Şehir korumak da kültürümüzde yok, varsa da yok olmuş. Modern pratiğimiz bunu gösteriyor. Dücane Cündioğlu’ndan özetle; “Üsküdar’a bu eziyeti ancak Üsküdarlı olmayan birileri yapabilir.”

Bonus: Naturhistorisches Museum Wien/Doğa Tarihi müzesi etkileyici yerlerden biriydi. İmparator I. Franz’ın koleksiyonunu ölümünden sonra eşi Maria Theresia’nın halka açık sergilemesiyle başlamış bugün 30 milyon parça olmuş. Özellikle çocuklarla gezmek için eşsiz bir alan. Elementlerden, nesli tükenmiş hayvanlara, kelebeklere kadar hayranlıkla izledik. Adeta bir eğitim müfredatının parçası gibiydi.

Velhasıl Avrupa’yı gezmeye başlamak için Viyana bana çok tavsiye edildi. Ben de tavsiye ediyorum. Viyana’yı şiirsel buldum çünkü ahengini çok iyi tanımladığını düşünüyorum.

Bonus 2: Yazıdan sonra çok soru geldi “kaça mâl ettiniz” diye. Biri 7 diğeri 10 yaşında çocuklarım ve eşim olmak üzere 4 kişiydik. 2.200€ gibi bir maliyete geldi ulaşım, konaklama her şey dahil. Ayrıca kredi kartı kullanmak maliyetleri TL bazında %10–15 yukarı çekiyor.

--

--

Safa Zengin

Bir HRTech şirketi olan HRPeak’te çalışıyorum. 2009 yılından bu yana çeşitli mecralarda yazıyorum. https://www.linkedin.com/in/safazengin/